20,21 . Hayır! Doğrusu (siz) âcil olanı (dünya hayâtını) seviyorsunuz. Ve âhireti bırakıyorsunuz.(1)
22,23 . Nice yüzler vardır ki, o gün (âhirette) parlaktırlar! Rablerine nazar edicidirler! (Allah’ın cemâlini görürler!)(2)
24,25 . Nice yüzler de vardır ki, o gün buruşuktur! (Çünki) kendilerinin bel kıran bir belâya uğratılacaklarını sezerler!
26,27,28 . Hayır! (Can) köprücük kemiklerine dayandığı zaman: “Var mı (bu hastaya) bir okuyacak (tedâvi edecek) kişi?” denilir. Ve (o can çekişen kimse ise,) şübhesiz bunun (artık dünyadan) ayrılış olduğunu sezer.
29 . Ve bacak bacağa dolaşır!
30 . O gün sevk olunacak yer, ancak Rabbinin huzûrudur.
31,32 . Çünki (o insan) ne (peygamberi ve Kur’ân’ı) tasdîk etti, ne de namaz kıldı. Fakat yalanladı ve yüz çevirdi.
33 . Sonra da çalımlana çalımlana âilesine gitti.
34 . Sana daha lâyıktır (bu azab), daha lâyık!
35 . Sonra (tekrar tekrar) sana daha lâyıktır (bu azab), daha lâyık!
36 . İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?
37 . (O,) akıtılan bir menîden bir nutfe (hakîr bir damla sudan süzülmüş hulâsa) değil miydi?
38 . Sonra bir alaka(3) oldu da, (Allah onu insan şeklinde) yarattı ve (a‘zâlarını) düzenledi.
39 . Derken ondan erkek ve dişi, iki eş kıldı.
40 . Bu(nları yapan), ölüleri diriltmeye kādir değil midir?
İNSAN Sûresi
1 . Gerçekten insan üzerine, o uzun devirden öyle bir zaman geçti ki (o, henüz) anılan bir şey değildi.
2 . Muhakkak ki biz, insanı karışık bir nutfeden (hakir bir damla sudan süzülmüş hulâsadan) yarattık; onu imtihân ediyoruz. Onun için kendisini işitici ve görücü kıldık.
3 . Şübhe yok ki biz, onu o (doğru) yola hidâyet ettik; (artık) ister şükredici (mü’min) olsun, ister nankör (kâfir)!
4 . Muhakkak ki biz, kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş hazırladık!
5 . Şübhesiz ki ebrâr (içi dışı bir olan iyi kişiler), katkısı kâfûr olan (Cennet şarâbı dolu) bir kadehten içerler.
1- “Âkıbeti (işin sonunu) görmeyen ve bir dirhem (azıcık) hâzır lezzeti, ileride bir batman (kilolarca) lezzetlere tercîh eden hissiyât-ı insâniye (insanın hisleri) akıl ve fikre galebe ettiğinden (üstün geldiğinden), ehl-i sefâheti (günahlara dalanları) sefâhetinden (beyinsizliklerinden) kurtarmanın yegâne çâresi, aynı lezzetinde (lezzetinin içinde) elemini (acısını) gösterip hissini mağlûb etmektir. يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا [Dünya hayâtını (severek âhirete) tercîh ederler] âyetinin işâretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi ni‘metlerini, lezzetlerini bildiği hâlde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercîh etmek, ehl-i îmân iken ehl-i dalâlete, o hubb-ı dünya (dünya sevgisi) ve o sır için tâbi‘ olmak tehlikesinden kurtarmanın çâre-i yegânesi (tek çâresi), dünyada dahi Cehennem azâbını ve elemlerini göstermekle olur. (...)
Yoksa bu zamandaki küfr-i mutlakın (dinsizliğin) ve fenden gelen dalâletin (haktan sapmanın) ve sefâhetten gelen tiryâkîliğin (alışkanlığın) inâdı karşısında, Cenâb-ı Hakk’ı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücûdunu (varlığını) isbât ile ve onun azâbı ile insanları fenâlıktan, seyyiâttan (günahlardan) vazgeçirmek, ondan belki de yirmiden birisi ders alabilir.Ders aldıktan sonra da: ‘Cenâb-ı Hakk, Gafûru’r-Rahîmdir (bağışlayıcı ve merhamet edicidir). Hem Cehennem pek uzaktır’ der. Sefâhetine devâm edebilir. Kalbi, rûhu hissiyâtına mağlûb olur.” (Mektûbât, Hutbe-i Şâmiye, 395)
2- “Îman ve muhabbetullâhın (Allah’ı sevmenin) netîcesi: Ehl-i keşif ve tahkîkın (kalb gözleri açık ve ilmî inceliklere vâkıf olan Allah dostlarının) ittifâkıyla; dünyanın bin sene hayât-ı mes‘ûdânesi (mutlu hayâtı), bir saatine değmeyen Cennet hayâtı ve Cennet hayâtının dahi bin senesi, bir saat müşâhedesine (seyredilmesine) değmeyenbir kudsî, münezzeh (kusursuz) cemâl ve kemâl sâhibi olan Zât-ı zü’l-Celâl’in müşâhedesi, rü’yetidir (Allah’ın görülmesidir) ki, hadîs-i kat‘î ile ve Kur’ân’ın nassıyla (kesin ifâdesiyle) sâbittir.” (Sözler, 32. Söz, 311)
3- Nutfe, alaka, mudga ve meni’nin daha geniş îzâhı için, bakınız; (sahîfe 331, hâşiye 1)