85 . (Ey Resûlüm!) Şübhesiz ki Kur’ân’ı (tebliğ ve onunla amel etmeyi) sana farz kılan (Allah), elbette seni dönülecek yere (Mekke’ye) iâde edicidir. De ki: “Rabbim kimin hidâyetle geldiğini ve kimin apaçık bir dalâlet içinde olduğunu en iyi bilendir.”(1)
86 . Hâlbuki (sen) bu Kitâb’ın sana vahyedileceğini ummuyordun; (bu) ancak Rabbinden bir rahmet olarak (sana vahyedildi); öyle ise sakın kâfirlere arka çıkma!
87 . Ve Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, sakın seni (onlardan) alıkoymasınlar; artık Rabbine da‘vet et; ve sakın müşriklerden olma!
88 . Hem Allah ile berâber başka bir ilâha yalvarma! O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun Zât’ından (ve rızâsına uygun olandan) başka herşey, helâk olucudur.(2) Hüküm O’nundur ve ancak O’na döndürüleceksiniz.
ANKEBÛT Sûresi
1 . Elif, Lâm, Mîm.(3)
2 . İnsanlar hiç imtihân edilmeden, (sâdece) “Îmân ettik!” demeleriyle (kendi hâllerine) bırakılıvereceklerini mi sandılar?
3 . And olsun ki (biz), onlardan öncekileri de imtihân ettik; Allah doğru söyleyenleri de muhakkak bilir, yalancıları da muhakkak bilir.
4 . Yoksa kötülükleri yapanlar, bizden kaçacaklarını (ve kurtulacaklarını) mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!
5 . Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa, artık şübhesiz ki, (bunun için) Allah’ın ta‘yîn ettiği vakit mutlakā gelicidir. Çünki O, Semî‘ (hakkıyla işiten)dir, Alîm (herşeyi bilen)dir.
6 . Ve kim cihâd ederse, artık ancak kendisi için cihâd etmiş olur. Şübhesiz ki Allah, âlemlerden elbette müstağnî (hiçbir şeye muhtaç olmayan)dır.
1- Bu âyet, doğduğu topraklardan hicret etmek mecbûriyetinde kaldığı için pek mütessir olan Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tesellî etmek için nâzil olmuştur. (Beyzâvî, c. 2, 202)
2- “Herşey, ma‘nâ-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte (yönde) hiçtir. Kendi zâtında müstakil ve bizâtihî (kendine âid) sâbit bir vücûdu yok. Ve yalnız kendi başıyla kāim (var olan) bir hakîkati yok. Fakat Cenâb-ı Hakk’a bakan vecihte ise, yani ma‘nâ-yı harfiyle (Allah’ı gösteren ma‘nâsıyla) olsa, hiç değil. Çünki onda cilvesi (parıltısı) görünen esmâ-i bâkîye (Allah’ın bâkî isimleri) var. Ma‘dum (yok) değil; çünki sermedî (ebedî) bir vücûdun gölgesini taşıyor. Hakîkati vardır, sâbittir, hem yüksektir. Çünki mazhar olduğu (üzerinde görünen) bâkî bir ismin sâbit bir nevi‘ gölgesidir. Hem كُلُّ شَئٍ هاَلِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ [O’nun Zât’ından (ve rızâsına uygun olandan) başka herşey, helâk olucudur.] İnsanın elini mâsivâdan (Allah’dan gayrı herşeyden) kesmek için bir kılınçtır ki; o da Cenâb-ı Hakk’ın hesâbına olmayan fânî dünyada, fânî şeylere karşı alâkaları kesmek için, hükmü dünyadaki fâniyâta (fânî şeylere) bakar. (...) Elhâsıl: Eğer Allah için olsa, Allah’ı bulsa, gayr kalmaz ki başı kesilsin. EğerAllah’ı bulmazsa ve hesâbıyla bakmazsa, herşey gayırdır. كُلُّ شَئٍ هاَلِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ kılıncınıisti‘mâl etmeli (kullanmalı), perdeyi yırtmalı, tâ O’nu bulmalı!” (Mektûbât, 15. Mektûb, 49-50)
3- “Sûrelerin başlarındaki hurûf-ı mukatta‘a (Elif, Lâm, Mîm gibi tek tek yazılan harfler) İlâhî bir şifredir. Hâs abdine (husûsî kulu Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a) onlarla bazı işâret-i gaybiye (gizli işâretler) veriyor. O şifrenin miftâhı (anahtarı) o abd-i hâs’dadır (ASM). Hem onun veresesindedir (vârisi olan âlimlerdedir). Kur’ân-ı Hakîm, mâdem her zaman ve her tâifeye (topluluğa) hitâb ediyor. Her asrın her tabakasının hissesini câmi‘ (içine alan) çok mütenevvi‘ vücuhları (çeşitli yönleri), ma‘nâları olabilir. Selef-i Sâlihîn (Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe‘-i Tâbiîn) ise, en hâlis parça onlarındır ki, beyân etmişler.” (Mektûbât, 29. Mektûb, 241)
“الٓمٓ: Üç harfiyle üç hükme işârettir. Şöyle ki: Elif, هٰذَا كلَامُ اللّٰهِ اْلاَزَلِيُّ[Bu, Allah’ın ezelî kelâmıdır] hükmüne ve kazıyesine; Lâm, نَزَلَ بِه۪ جِبْر۪يلُ [Onu Cibrîl indirdi] hükmüne ve kazıyesine; Mîm, عَلٰي مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلَاةِ وَالسَّلاَمُ [Muhammed (ASM)’a] hükmüne ve kazıyesine remzen ve îmâen (remiz ve îmâ ile) işârettir.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 29)