52 . İşte böylece sana da emrimizden bir ruh (olan Kur’ân’ı) vahyettik. (Sen bundan önce) kitab nedir, îmân nedir bilmezdin;(1) fakat (biz) onu (o Kur’ân’ı) kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle hidâyete erdirdiğimiz bir nûr kıldık. Ve şübhesiz ki sen, elbette dosdoğru bir yola rehberlik ediyorsun.
53 . Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin olan Allah’ın yoluna! Dikkat edin! (Bütün) işler ancak Allah’a döner.
ZUHRUF Sûresi
1 . Hâ, Mîm.(2)
2,3 . Apaçık beyân eden Kitâb’a and olsun ki, şübhesiz biz, (anlayıp) akıl erdiresiniz diye onu Arabca bir Kur’ân kıldık.
4 . Ve muhakkak ki o, katımızda bulunan ana kitabda (Levh-i Mahfûz’da)dır. Gerçekten çok yücedir, çok hikmetlidir.
5 . Artık bir haddi aşanlar topluluğu oldunuz diye, Zikri sizden (uzaklaştırıp size Kur’ân’ı indirmeyi) terk mi edelim?
6 . Hâlbuki (senden) öncekiler için de nice peygamberler gönderdik.
7 . Fakat onlara ne zaman bir peygamber gelse, mutlakā onunla alay ediyorlardı.
8 . Hâlbuki onlardan (o sana inanmayanlardan) kuvvetçe daha çetin olanları helâk etmişizdir; nitekim öncekilerin misâli (Kur’ân’da) geçmiştir.
9 . Celâlim hakkı için, eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlakā: “Onları, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen), Alîm (herşeyi bilen Allah) yarattı!” diyeceklerdir.
10 . O ki, yeri size bir beşik yaptı ve (maksadınıza) doğru gidesiniz diye onda sizin için birtakım yollar meydana getirdi.
1- Burada Kur’ân-ı Hakîm’e “Ruh” ta‘bîr edilmesiyle, cesedlerin ruh ile hayat bulması gibi, kalb ve nefislerin ancak Kur’ân ile canlanacağı ve ebedî hayâta böylece mazhar olunacağı beyân buyurulmaktadır. Ayrıca bununla Cebrâil (AS)’ın kasdolunduğu da bildirilmiştir. “Kitab nedir, îman nedir bilmezdin” ifâdesinden maksad; Resûlullah (ASM) vahiyle kendisine bildirilen hakîkatleri, nübüvvetinden evvel bilmezdi, demektir. (Celâleyn Şerhi, c. 7, 75)
“Ümmî (okur-yazar olmayan) bir adam, bir fennin ulemâsıyla münâkaşaya girişerek, beyne’l-ulemâ (âlimler arasında) ittifaklı olan mes’eleleri tasdik ve ihtilâflı olanları da tashîh ederse (düzeltirse); o adamın bu hârika olan hâli, onun pek çok yüksekliğine ve onun ilminin vehbî (Allah vergisi) olduğuna delâlet etmez mi? (...) Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a bak ki; o Zât (ASM) herkesçe müsellem (kabûl edilen) ümmîliğiyle berâber, geçmiş enbiyâ ile kavimlerinin ahvâllerini (hâllerini), görmüş ve müşâhede etmiş gibi Kur’ân’ın lisânıyla söylemiştir. Ve onların ahvâlini, sırlarını beyân ederek âleme neşr ü i‘lân etmiştir (yaymıştır). Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekîlerin nazar-ı dikkatlerini celb eden (çeken) da‘vâ-yı nübüvvetini isbât içindir. (...) Sanki o Zât (ASM), vahy-i İlâhînin ma‘kesi (akis yeri) olan ma‘sum rûhuyla zaman ve mekânı tayyederek (geçerek), o zamanların en derin derelerine girmiş ve en yüksek dağların şâhikalarına (zirvelerine) çıkmış, gördüğü gibi söylemiştir. Binâenaleyh o Zât’ın (ASM) bu hâli onun bir mu‘cizesi olup, nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyânın (AS) da nübüvvet delilleri ma‘nevî bir delil hükmünde olup, o Zât’ın (ASM) nübüvvetini isbât eder.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 158)
2- “Sûrelerin başlarındaki hurûf-ı mukatta‘a (Elif, Lâm, Mîm gibi tek tek yazılan harfler) İlâhî bir şifredir. Hâs abdine (husûsî kulu Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a) onlarla bazı işâret-i gaybiye (gizli işâretler) veriyor. O şifrenin miftâhı (anahtarı) o abd-i hâs’dadır (ASM). Hem onun veresesindedir (vârisi olan âlimlerdedir). Kur’ân-ı Hakîm, mâdem her zaman ve her tâifeye (topluluğa) hitâb ediyor. Her asrın her tabakasının hissesini câmi‘ (içine alan) çok mütenevvi‘ vücuhları (çeşitli yönleri), ma‘nâları olabilir. Selef-i Sâlihîn (Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe‘-i Tâbiîn) ise, en hâlis parça onlarındır ki, beyân etmişler.” (Mektûbât, 29. Mektûb, 241)
“الٓمٓ: Üç harfiyle üç hükme işârettir. Şöyle ki: Elif, هٰذَا كلَامُ اللّٰهِ اْلاَزَلِيُّ[Bu, Allah’ın ezelî kelâmıdır] hükmüne ve kazıyesine; Lâm, نَزَلَ بِه۪ جِبْر۪يلُ [Onu Cibrîl indirdi] hükmüne ve kazıyesine; Mîm, عَلٰي مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلَاةِ وَالسَّلاَمُ [Muhammed (ASM)’a] hükmüne ve kazıyesine remzen ve îmâen (remiz ve îmâ ile) işârettir.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 29)